Akıl Varsa Din Var

Din, akıl yetisi olanlar için geçerlidir. Başka türlü söyleyecek olursak, dinin muhatap olarak kabul ettiği kişi, aklını kullanan, idrak eden, kavrama kabiliyeti olandır. Yani iyi ve kötü, doğru ve yanlış, güzel ve çirkin, faydalı ve zararlı olanın arasını ayırt edebilendir. Gerçeği gören, tehlikeyi sezen ve tedbirli davranandır. Din, biraz daha farklı söylemek gerekirse, sezebilen, düşünebilen, bilebilen, anlayabilen, kavrayabilen bir kimse için vardır. Her hâlükârda bu din, insan fıtratıyla ve ihtiyaçlarıyla uyumludur. İnsanın doğuştan getirdiği özellik ve kabiliyetlerle asla çatışmaz. Böyle bir din, herkesin doğuştan bir ruh temizliği ile doğduğunu kabul eder. Daha açık söylemek gerekirse, bu dine göre, insan, anasından masum, kirlenmemiş, tertemiz, suçsuz, günahsız bir şekilde doğar. Her insan doğuştan kendisini yaratan Allah’ı keşfetme ve tanıma özelliğine sahiptir. Bu özellik ona doğuştan bahşedilen bir lütuftur. Yine bu din, herhangi bir kavme ya da topluluğa ait değildir. Bu din evrenseldir, geneldir, herkesindir, bütün insanlık içindir. Onunla şereflenmek, onunla huzur ve saadeti tatmak herkesin hakkıdır. Hakikatin basit, sade ve katışıksız bir ifadesi olarak hiç kimsenin tekelinde değildir. Bu özelliklere sahip yegâne din İslam’dır. Ahmet Hamdi Akseki’nin, “İslam fıtrî, tabiî ve umumî bir dindir.” ifadesi bizim burada açıkladığımız hususların veciz bir özetidir. Bir başka ifadesiyle, “Müslümanlık insanlık dinidir.”  (Akseki 2017: 23)   
Akıl sahip olduğu kabiliyetlerle, ürettiği, elde ettiği bilgilerle insanı yönlendirebilir, bir yerlere götürebilir, ne yapması gerektiğini ona söyleyebilir. Bu noktadan bakıldığında, akıl, insanın düşünce ve eylemlerini harekete geçiren, zekâsına bir motor görevi gören ama aynı zamanda onu tamamlayan hayati bir araçtır. Ne var ki bütün bu üstün yeteneklerine rağmen bu araç yani akıl, her şeyin en iyisini ve doğrusunu iddia eden bir bilgiç tavrı sergilese de insan hayatının tamamına dokunamaz. Çünkü insan hayatının inkâr götürmez gerçeklikleri olan ruh ve kalp de vardır. Ruhun ve kalbin kendini kolay kolay ele vermediği bir de duygular alanı mevcuttur. Bu alanda aklın müdahalesine nadiren izin vardır. Karmaşık duyguların, aşkın ve itici iradenin devrede olduğu bu alanda yetki ruhun ve kalbindir. Bu alan aynı zamanda ilahi hakikatin gölgesinin düştüğü, varlığını hissettirdiği alandır. İlahi hakikatin ilk işaretlerini alan ve sesini duyan kalp, elle tutulabilir, gözle görülebilir, tecrübe edilebilir madde dünyasında tek hâkim güç olma iddiasındaki akla bu hakikati birlikte keşfetme ve anlama çağrısı yapar. Ruhun ve kalbin çağrısıyla aklın devreye girdiği yerde din vardır. Bu akıl, adına “zekâ” denen düşünme, tefekkür, nesnel gerçekleri algılama, kavrama, yargılama ve sonuç çıkarma yeteneklerinin tümüne sahip ise din söz konusudur.
Bu manada, aklı olanın dini vardır demek aşırı bir ifade olmayacaktır. Açıkçası, aklını ruhunun ve kalbinin çağrılarıyla buluşturan için din bir anlam ve önem taşır. Kalp akla kutsal duygular sunar ve böylece onu daha etkili ve kaliteli bir hayata teşvik eder. Bu kutsal duyguları dikkate almayan aklın elinde hayatın kuru, dünyanın anlamsız ve tatsız tuzsuz olacağı uyarısını yapar. Dolayısıyla din, aklın, ruhun ve kalbin yollarının kesiştiği yerdedir; onları birlikte bekler. Bilir ki, biri hepsi, hepsi biri içindir; biri eksikse din orada yoktur. Onları buluşturur ama bununla yetinmez. Onların birbirleri için ne kadar önemli olduklarını, aralarında kopmaz bağların bulunduğunu ve biri olmadan diğerinin eksik olacağını söyler. Kalpsiz ve ruhsuz bir akıl, akılsız bir ruh ve kalp her an tökezleyip düşmeye hazırdır.
Dinin akıl kadar önem arz eden bir diğer kavramı da itaattir. Bu kavram, günümüz dünyasını kuşatan kapitalist liberalizmin ikliminde din kavramıyla birlikte, ne yazık ki, en fazla istismar edilen kavramlardan biridir. Burada şu kadarını söylemiş olalım ki, Kur’an’da itaat, Allah’ın belirlediği sınırlar içinde kalmak, bu sınırları aşmamaktır. Bir diğer deyişle, Allah’ın emir ve yasaklarına uymaktır. Dolayısıyla biz, din aynı zamanda bir itaat ve teslimiyet duruşudur dediğimizde, başka herhangi bir yere gönderme yapmaksızın, açık ve net bir biçimde, Allah’a ve Peygamberine itaati kastediyoruz. Bir Müslüman için din işte tam olarak budur. Öyleyse İslam, buradan bakıldığında, Allah’a ve O’nun Sevgili Peygamberi Hz. Muhammed’e (s.a.s.) herhangi bir şüphe duymaksızın itaat ve teslimiyetin dinidir.  İtaatsizlik ise, açıkça anlaşılacağı üzere, bir isyan ve inkâr hâlidir ki bu, “Ben bir Müslüman’ım” diyen bir müminin tavrı asla olamaz. Müslüman kesin olarak bilir ki, Allah itaatsizliğin cezasını açıkça belirlemiştir ve bu da cehennem ateşidir. (Nisâ, 4/14) Peygambere itaat eden Allah’a itaat etmiş olurken, yüz çeviren de Allah’tan yüz çevirmiş olur. (Nisâ, 4/80; Mâide, 5/92; Enfâl, 8/20) Daha pek çok ayette, insanlar Allah’a ve Resûlü’ne itaat etmeye çağrılırlar. Bu çağrıya uyanların ebedî mutluluğa erişecekleri ifade edilir.   
Dinde peygamberin rolü de inkâr götürmez bir öneme sahiptir. Peygamberler de bizim gibi birer insan/beşer idiler. Allah’ın dinini insanlara eksiksiz olarak ulaştırma görevinden sorumluydular. Biraz daha açarsak, Peygamberler, adına “din” denilen Allah kanunlarını insanlara ulaştırmak için yine bizzat Allah tarafından seçilmiş, ahlakı, şahsiyeti, karakteri, hâl ve hareketleri ile örnek kimselerdir. Peygamber kavramının yanı sıra biz Müslümanlar Resûl veya Nebi kavramlarını da hayatı herkese örneklik teşkil eden bu şahsiyetler için kullanırız. Onlar Allah ile aramızdaki elçilerdir. Özele inersek, Müslümanların İslam’ı hayatlarına nasıl yansıtacaklarına dair yegâne örnek, Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.s.) hayatıdır. Sünnet dediğimiz şey, işte bu hayatın kendisidir. Onun sözleri, davranışları, eylemleridir; kendisinin de bizzat yaptığı, yapılmasını ya da yapılmamasını yerine göre emrettiği, yerine göre tavsiye ettiği şeylerdir. Adları bize Kur’an’da bildirilen peygamberlerin dışında adlarını bilmediğimiz pek çok peygamber de dini tebliğ için gelmiştir. Bu halka, ilk peygamber Hz. Âdem ile başlamış, Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) ile son bulmuştur. Bütün bu peygamberlerin hangi dini tebliğ için geldikleri sorulacak olursa, cevap Kur’an-ı Kerim’de açıkça verilmiştir. Bu konudaki en net ayet, Âl-i İmrân suresi 19. ayettir: “Allah katında din ancak İslam’dır.” Aynı surenin 85. ayeti de bu konuda oldukça nettir ve başka bir din arayanlara açık bir uyarıdır: “Kim İslam’dan başka din ararsa, bilsin ki bu asla kabul edilmeyecektir. Ve o, ahirette kaybedenlerden olacaktır.”  Peygamberimiz de Allah’ı Rab, İslam’ı din ve kendisini peygamber olarak kabul eden bir kimsenin, imanın haz ve lezzetini alacağını söylemiştir. (Müslim, Îmân, 56) 

10